26 Aralık 2008 Cuma

19-26 Temmuz 2008 Göcek-Finike


Kalkan-Karaloz-Demre-Finike-Kekova

Uzun zamandır nereden başlasam, nasıl anlatsam diye bir türlü kaleme alamadığım Kaş-Kalkan-Kekova-Finike bölgesini karlı soğuk Ankara günlerinde bitireyim dedim.

Temmuz ayının ortalarıydı, yedi kişi, 49 ft... Çocukluğumda karadan denizini gördüğüm Kaş-Kalkan bölgesi bu sefer denizden kara manzaralıydı.











Seyrimize Göcek'ten başladık. İlk gece Turunçpınarı'nda iki Kaptanımızın doğumgünlerini kutladık, pastalarını kestik.












Ertesi sabah Kalkan'a doğru dümen tuttuk. Sonra sırasıyla Kaputaş, Karaloz Limanı (Karlos), Demre, Finike, Kale, Üçağız, Simena, Kaleköy, Akvaryum, Kaş, Kelebekler Vadisi gezdiğimiz, gördüğümüz, konakladığımız noktalardı.



Cennet vatanımızın dantel gibi işlenmiş, tarihi dokusuyla içinize işleyen koyları/köyleri...


3000 yıl önceki Likya Uygarlığı'nın yaşadığı topraklarda bulunmasına rağmen Kalkan'da, bu döneme ait şehir kalıntısı veya yerleşim bulunmamaktadır. 150 - 200 sene önce yakınında bulunan Meis adasından gelen tüccarlar tarafından kurulduğuna inanılıyor. Tarih boyunca güvenilir bir liman olmuş, fakat 1970'li yıllardan sonra Antalya karayolunun açılmasıyle deniz ticareti zayıflayarak hemen hemen yok olma noktasına gelmiş. Hızlı gelişimine rağmen, sırtını yasladığı dağlara doğru yayılan kentin eski dokusu korunabilmiş. Denizi taşlık ama 13 km. uzaklıktaki Patara'daki plaj sığ ve kumluktur, hatta tekneden görüntüsü çölü andırmaktadır. 1920'li yıllara kadar Kalamaki adıyla anılan eski bir Rum balıkçı köyüymüş.

DLH Genel Müdürlüğü tarafından 1988 yılında yapımı bitirilmiş Kalkan Balıkçı Barınağında 1 gece konakladık. Yanaşmamızın ardından teknemize şöyle bir bakıp 65 YTL değer biçildi, biraz pazarlıkla 60'a el sıkıştık. Havanın sıcağı, seyrin uzunluğu nedeniyle kendimizi suya atmak için yanıp tutuşurken mendireğin başına kurulmuş restorana çıkan merdiveler dikkatimizi çekti. Hadi bir bakalım derken manzara karşısında önce bir iç çektik, sonra da koşarak Kalkan'ın serin ama tertemiz sularına kendimizi atıverdik. Sırada akşam yemeği var. Giyindik, teknemizi kitledik, çıktık restoran aramaya. Aslında restoran zebil de, biz beğenemiyoruz bir türlü, ya fiyatlar mekana göre çok pahalı, ya mekanlar kıytırık. Birden Kaptanımın aklına dalış ekibiyle gittiği tepedeki mantıcı geldi. Doluştuk bir taksiye, gece manzarası seyrede seyrede vardık mantıcıya. Amaaan çiğ börekle başladık, mantıyla devam ettik, bir de üstüne helva.. Herşey süper.. Diye düşünürken sabaha kadar barınağın karşısından anlamsız bir müzik yayını yapan bar yüzünden gözümüze uyku girmedi. Düzgün bir şey çalsa ninni gibi olacak da nerdeeee...


Sabah kahvaltımızın ardından Karaloz Limanı'na doğru dümen tuttuk. Akdeniz'in en güzel koylarından biri daha karşımızda. Sanki gizlenmiş. Bir, bir buçuk mil içeriye uzanıyor. İçindeyse gulet girse manevra yapamaz hani. Girişte derinlik 100 m.ye yakınken kıyılar 3-4 m.ye kadar düşüyor. Dip pırıl pırıl, yer yer çakıl, yer yer kumluk. Şansımıza tam teknemize uygun bir koycuk bulduk, üstelik girişin tam karşısında. Ooo mangallık mekan hani. Yüzdük, denizde şampuanlandık, beyleri kıyıya yolladık. Bir de baktık saatler "arı zamanı"nı gösteriyor. Her yer vızır vızır arı. Eti çıkardık mı, paketin üstüne üşüştüler mi, kızlar çığlık çığlığa, beyler avaz avaza.. Koyun can, kasap et derdinde tabi, beyler acıkmış, mangal da hazır hadi yollayın etleri diyorlar.. Yaptım bir cengaverlik, kaptım etleri, koydum bota.. Ne haliniz varsa görün.. Etler gitti, kaldı mı kokusu. Mümkün değil kurtulamıyoruz. Bir ara üzerimde 20-25 arı vardı. Alerjim olsa tüm sevenlerim (!) rahatlayacak. Yoldaşlarım kova ve fırça ile havuzluğu yeniden yıkadık. Saat de ilerleyince ufak ufak kayboldu arkadaşlar. Onlar da haklı tabi, su arıyorlar, tuzlu su mide bulandırıyor, ne yapsınlar! Hengamenin ardından muhteşem bir atmosfer yaşadık. Yol-su-elektriğin olmadığı, teknolojinin rafa kalktığı bir gece. Gökte yıldızlar, yanınızda sevdikleriniz, fonda her zamanki gibi Sezen. Ve bir anda daha da muhteşem bir manzaraya ağzımız açık bakakalıyoruz. Tam koyun giriş hizasında denizden ayın doğuşunu seyrediyoruz. Aslında fotoğraf çekme çalışmaları yüzünden seyrettiğimiz pek söylenemez. Her tekneye bir tripod kampayası başlatılmalı!

Huzurlu bir gecenin ardından, sabah denizini takiben arıların korkusuyla düşüyoruz yollara. İlk durak Demre, Noel Baba. Koya demir atıp kaportanızı kilitleyip sizi almaya gelen ilk tekneyle karaya çıkıyorsunuz. Nasıl olduğunu anlamadan kendinizi klimalı bir aracın içinde buluyorsunuz. Pazarlık yapmayı unutmayın sakın! Sonra başlıyorsunuz gezmeye...

"Myra (Demre) her zaman Likya'nın en önemli şehirlerinden birisi olarak bilinir. En erken sikkeler M.Ö. 3.yy tarihlenir. Fakat şehrin en azından M.Ö. 5.yy da kurulduğu tahmin edilmektedir. Roma egemenliği döneminde Myra gelişmiş ve zenginleşmiş şehirliler sivil projelere cömertçe para yardımında bulunmuşlardır. St. Paul Roma'ya gitmek için Andriake Limanından hareket etmeden evvel M.S. 6.yy da şehri ziyaret etmiştir. Bizans döneminde Myra önemli bir idari ve dini merkez olmuştur. Piskoposluk merkezi de olan Myra'da St. Nicholaus IV. yüzyıl başında Piskopos olarak görev yapmış; halka kendini sevdirmiş, inancı uğruna çok acılar çekmiştir. Myra o zamandan sonra hep haç yollu yapılan bir yer olmuştur. Bu bakımdan Demre Hıristiyan Dünyasının her bakımdan ilgisini çekmiştir. Her yıl 6 Aralık'ta Noel Baba etkinliklerini yapmak geleneksel hale gelmiştir. Myra gibi önemli bir şehirden kalabileceği beklenen kalıntıların bir çoğunu bugün Demre'de göremiyoruz. Likya'nın en büyük tiyatrosundan kalanlar bugün ayaktadır ve bu aynı zamanda Likya'nın en iyi korunmuş tiyatrosudur. 29 oturma sırası ve 9-10 bin seyirci kapasiteli tiyatro tepeye yaslanmıştır. Bugün bile bazen festival ve oyunlar için kullanılmaktadır.Myra metropoli muhtelif tip Likya mezarlarının önemli örneklerini ihtiva etmektedir. Tiyatro doğu ve batı metropoli diye ikiye ayrılmış ve Myra'nın arkasında yükselen kayalık, tepede kurulmuştur. Kayalar oyularak mezarlar kabartma ve yazılarla süslenmiştir. Başka önemli bir kalıntı St.Nicholaus kilisesidir. Kilise bugün 7 m. toprak seviyesinin altındadır. St.Nicholaus kemikleri kilise içindeki mermer bir mezarda bulunuyordu. Fakat bazı kemikler İtalyanlar tarafından çalınmış ve Bari'ye kaçırılmıştır. Bir Rus Prensi 1862 yılında Kiliseyi restore ettirmiş. St.Nicholaus Rusya'da çok kutsal sayılmaktadır. Ruslar bir kilise çanı ilave ederek kubbeyi bir ilaç tonozu ile değiştirmişlerdir. Bazı kemikleri bugün Antalya Müzesi'nde teşhir edilmektedir. St.Nicholaus çocukları, gemicilerin ve ağır işlerde çalışan işçilerin koruyucu azizidir. Bilindiği üzere de bütün Dünya çocuklarının Noel Babasıdır."

Bu bilgi paragrafından sonra bakın başımıza neler geldi: 5 kafadar antik kalıntıları dolaşmak üzere araçtan indik. Diğer akıllı iki arkadaşımız ise arabada kaldı. Şoförümüz "siz burada iniyorsunuz, bakın ileride ağaçlık alan var, sizi oradan alacağız" dedi. Biz de anlamış gibi, kafa salladık. Elimizde fotoğraf makinaları, indik arabadan. Sanki sanat yapacağız. Hava 65 derece falan, o kadar sıcak. Tarihi kalıntı ya, bir insan, bir satıcı, büfe birşeyler bekliyorsunuz. Bekleyince de havayı alıyorsunuz. Bizden başka bir tek Allahın kulu yok.










Yürü yürü ne olduğunu bilmediğimiz kalıntılar. Zemin çalı çırpı toprak, yer yer kum. Kan ter içinde kalmışız, suları da bırakmış mıyız arabada! Sinirler gerilmeye başladı. Söylenenler, gülenler, yorulanlar, tam survival. Ağaçlığa doğru ilerledikçe ortam çöle dönüşüyor. Gerçekten. Çöl gibi kum tepelerinde yürümeye başladık. Kaptan avcı ya, "siz gölgede bekleyin, ben aracı bulup sizi almaya geleyim" dedi. Ve kayboldu. Kaldık mı öylece. Sonra bir baktık gözlüklü bir köylü amca bize doğru geliyor. "Merhaba, birşey sorabilir miyiz" diye atladım, adam cevap vermeden yola devam ediyor. Sağır herhalde dedim. Yaklaşınca "Pardooooon" diye bağırdım. Durdu, baştan aşağı süzdü "selamün aleyküm, sor" deyince gülmekle ağlamak arası bir durum oldu. "Yolu kaybettik, bulamıyoruz" minvalinde birşeyler geveledik, sadece işaret etti ve gözden kayboldu. Ve kısa metraj çöl filmimizi çekmeye başladık.

Kaptanın cebinden düşürdüğü kontak anahtarımızı Süleyman'ın takasında bulduktan sonra Demre'den ayrılıp Finike'ye dümen tuttuk. Finike, 90-100 mil kadar uzaklıkta Göcek'e. Likya uygarlığının en önemli limanlarından, tarihsel ve kültürel açıdan bozulmaların en az yaşandığı nadir yerleşim yerlerinden biri. Sıcak ve rutubet oranının çok yüksek olması sebebiyle şehri pek gezdiğimizi söyleyemem. Gördüğümüz kadarıyla ufak, turizme henüz pek açılmamış, yaşamın ucuz, geçimin nispeten kolay olduğu bir yer. Portakal bahçeleriyle meşhur Finike'de Setur Marina'da konakladık. 36º 17' 40" N / 30º 9' 00º E koordinatlarında yer alan 400 civarı yat kapasiteli bu marinanın tamamına yakını yabancılara ait yelkenli tekneler tarafından doldurulmuş. Teknesinde yaşayan çok fazla yabancı var. Aynı pontonda üç Najad'ı karşılıklı görünce ağzım açık kalmadı desem yalan olur. Marina, şehirle fiziki ve sosyal olarak bütünleşmiş diyebilirim. O boyuttaki tekne için oldukça cüzi bir rakam ödedik (80 YTL civarı). Elektrik ve su ücretin içinde.



Ve geldik Kekova'ya... Geyikova Adası olarak anılan Kekova, girintili çıkıntılı sahilin yarım mil kadar açığında karaya paralel olarak 3 mil kadar uzanan bir adadır. Ölüdeniz ve ada, antik Simena yerleşim merkezinin bundan 1900 yıl kadar önce bir depremle çökmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Kıyılarında ıssız koy dantel şeridi gibi uzanır. Antik kentin evlerinden geri kalan duvarları, kıyıdan denizin içine doğru düzgün geometrik şekiller halinde uzanır giderler. II. Dünya Savaşı'nda İngiliz Deniz Kuvvetleri burada gemilerini saklamış, manevra ve lojistik destek almışlar. Bir başka ilginç bilgi ise bofor rüzgar cetvelinin yine burada komutanlık yapan Mr. Beaufort tarafından denizciliğe hediye edilmiş olmasıdır.












İlk olarak Üçağız'a demir atıp yüzme molası verdik. Üçağız, Kekova'yı medeniyete bağlanan, Likya kalıntılarının kuşattığı köydür. Girişinde içeriye geçit veren 3 küçük ada olduğundan "Üçağız" diye adlandırılmış. Kapalı coğrafyası nedeniyle de balçık bir dip yapısına sahip. Rahatlıkla alargada konaklayabilirsiniz.


Birkaç saatin ardından Kaleköy'ü geçip dantel şeridin bir başka muhteşem koyuna doğru yol aldık. Kaleköy'ün 500 metre kadar doğusunda Hamidiye Koyu ve Türk bayrağını görüyoruz. Hamidiye kruvazörü Akdeniz seferi sırasında bu koyda pusu için uzun zaman beklemiş. Bahriyeliler de bu bekleyiş sırasında kayalara bugün hala duran Türk bayrağını çizmişler. Kendimize tek teknelik bir koy bulup demir atıp koltuk aldık. Yaz dönemi olduğundan her yer kalabalık, her koy tekne dolu.. Hep söyleriz kış bir başka güzel.. Sabah erken kalkıp denizimize girdikte sonra kahvaltıya Kaleköy'e dümen tuttuk.




Deniz hayatımda en etkilendiğim yerdir Kaleköy... Yürüyüp geçtiğiniz her bir taşın birkaç bin yıllık öyküleri vardır. Kale, erken Roma döneminde inşa edilmiş, Rodos şövalyelerinden kalma. O meşhur lahit mezarlar ise çok çok eskilerden Likya döneminden, Simena yerleşiminden.. Kaleköy'e gece giriş yapmamakta fayda var, birçok dökük ve hatta lahit mezarlara toslamak içten bile değil. Sıra sıra dizilmiş sardunyalarla bezenmiş restoranlardan birine bağlandık. Meğer İsmail'in yeri zaten yörenin en meşhuruymuş. Ekip oturmayı tercih ederken biz tarihin içinde kaybolmaya köyün içine doğru yürüyoruz. Yemeni satan bir teyze elimizden tutup başlıyor anlatmaya: Bölgeyi ilk keşfedenlerden biri Rahmi Koç'muş. Dokuyu bozmadan yaptırdığı evi ve helikopter pistini Kale'ye çıktığımızda görüyoruz. Bir ilkokul yaptırmış, muhtemelen dünyanın en güzel okulu; muhteşem manzaralı bir tepede, bir tarafta Likya lahitleri ve kalesi, bir tarafta safir denizi ve o tepelerden yürüyerek okula giden öğrenciler... Araştırma için gelmiş Japon antropolog kız 8 yıldır burada yaşıyormuş. Bir Fransız turistse orada tanıştığı bir köylü ile evlenmiş fakat biz oraya gelmeden bir hafta evvel çıkan yangında vefat etmiş. Aileler kız çocuklarına ekilemediği için deniz kıyısındaki arazileri, erkeklere ise iç kısımlardaki tarlaları bırakmışlar. Türkiye'nin en şanslı kız çocukları :-)) Kale'den etrafınıza baktığınızda görmüş olduğunuz yol alan yelkenliler, deniz üzerinde lahit mezarlar, yamaçtan denizin dibine doğru uzanan binlerce yıllık taş merdivenler insanı derin bir huzura kavuşturuyor. Olağanüstü..
















Kaş'a hareket etmeden önce Kekova'nın açık denizle birleştiği küçük bir alan olan Akvaryum'da deniz molası verdik. Ölüdeniz'de her havada dibi en berrak bölgeymiş. Şanslıydık ki sabah erken saat olması sebebiyle henüz günübirlikçilerin istilasına uğramamıştı! Güzelce serinlememizin ardından tam Kekova'ya veda edecekken bir de bakıyoruz ki dalış teknesi. Olamaz! Şnorkelle bile dalmanın yasak olduğu bir bölgede dalıyorlar. Bilinçli denizciler olarak hemen telefona sarılıp Antalya Sahil Güvenlik'i çeviriyoruz. Şunun için 1'i, bunun için 2 'yi derken ihbar için lütfen 4'ü tuşlayına sıra geldi. Çaldı, çaldı ve derin bir sessizlik. Hadi telsizden deneyelim dedik, yine çıt yok. Bir daha telefonu çevirdim aynı anonslar, 4'ü tuşla ve ses yok. Başladık verdik veriştirmeye "kardeşim batsak yardım yok, bu nasıl iş" falan filan kapattık. Derken telefonum geri çaldı "iyi günler burası Antalya Sahil Güvenlik, biz sizi duyuyorduk da siz bizi duyamıyordunuz galiba!". Bu sefer ben de derin bir sessizlik!!! Neyse durumu izah ettik, cep telefonuyla teknenin fotoğrafını çektik. Biraz vakit geçirdik ve 5 dakika sonra geri aranıp teknenin dalış müsaadesi olduğunu, duyarlılığımız için de teşekkür edildiğini öğrenerek yolumuza devam ettik.

Kaş, Kalkan, Kelebekler Vadisi derken vardık kürkçü dükkanına, Sarsala'ya.. Hikaye bitti mi? Bitmedi! Ertesi sabah mazotumuzu alıp marinaya geri dönmemiz gerekiyor. Tonozdayım. Motora yol veriliyor. Allah Allaaaah sanki tekne tornistanda, geri gidiyor. Var bir gariplik. Biraz daha yükleniyorlar, güüüm, iskelenin ayaklarından birini kırıyoruz. O sesle anladık ki bizim vites teli yine kopmuş. Hemen asıldım tonoza. 49 ft. tekne, ben çekiyorum, o da çekiyor, ben çekiyorum o da beni çekiyor!! Neyse hemen motor stop edildi, kapak açıldı, vites elle ileri alındı, yeniden motor çalıştı, hızlı bir şekilde tonoz atıldı, koltular alındı. Geri kalanı hiç yazmıyorum, sonu yaşayanlar bilir...

Güldük, ağladık, sevindik, hüzünlendik.. Koca sıcak bir haftayı hiç görmediğimiz eşsiz koylarda geçirdik..

Vesile olan ekibe teşekkür eder, onları üzdüğümüz kırdığımız için özür dileriz...

Hiç yorum yok: