26 Aralık 2008 Cuma

19-26 Temmuz 2008 Göcek-Finike


Kalkan-Karaloz-Demre-Finike-Kekova

Uzun zamandır nereden başlasam, nasıl anlatsam diye bir türlü kaleme alamadığım Kaş-Kalkan-Kekova-Finike bölgesini karlı soğuk Ankara günlerinde bitireyim dedim.

Temmuz ayının ortalarıydı, yedi kişi, 49 ft... Çocukluğumda karadan denizini gördüğüm Kaş-Kalkan bölgesi bu sefer denizden kara manzaralıydı.











Seyrimize Göcek'ten başladık. İlk gece Turunçpınarı'nda iki Kaptanımızın doğumgünlerini kutladık, pastalarını kestik.












Ertesi sabah Kalkan'a doğru dümen tuttuk. Sonra sırasıyla Kaputaş, Karaloz Limanı (Karlos), Demre, Finike, Kale, Üçağız, Simena, Kaleköy, Akvaryum, Kaş, Kelebekler Vadisi gezdiğimiz, gördüğümüz, konakladığımız noktalardı.



Cennet vatanımızın dantel gibi işlenmiş, tarihi dokusuyla içinize işleyen koyları/köyleri...


3000 yıl önceki Likya Uygarlığı'nın yaşadığı topraklarda bulunmasına rağmen Kalkan'da, bu döneme ait şehir kalıntısı veya yerleşim bulunmamaktadır. 150 - 200 sene önce yakınında bulunan Meis adasından gelen tüccarlar tarafından kurulduğuna inanılıyor. Tarih boyunca güvenilir bir liman olmuş, fakat 1970'li yıllardan sonra Antalya karayolunun açılmasıyle deniz ticareti zayıflayarak hemen hemen yok olma noktasına gelmiş. Hızlı gelişimine rağmen, sırtını yasladığı dağlara doğru yayılan kentin eski dokusu korunabilmiş. Denizi taşlık ama 13 km. uzaklıktaki Patara'daki plaj sığ ve kumluktur, hatta tekneden görüntüsü çölü andırmaktadır. 1920'li yıllara kadar Kalamaki adıyla anılan eski bir Rum balıkçı köyüymüş.

DLH Genel Müdürlüğü tarafından 1988 yılında yapımı bitirilmiş Kalkan Balıkçı Barınağında 1 gece konakladık. Yanaşmamızın ardından teknemize şöyle bir bakıp 65 YTL değer biçildi, biraz pazarlıkla 60'a el sıkıştık. Havanın sıcağı, seyrin uzunluğu nedeniyle kendimizi suya atmak için yanıp tutuşurken mendireğin başına kurulmuş restorana çıkan merdiveler dikkatimizi çekti. Hadi bir bakalım derken manzara karşısında önce bir iç çektik, sonra da koşarak Kalkan'ın serin ama tertemiz sularına kendimizi atıverdik. Sırada akşam yemeği var. Giyindik, teknemizi kitledik, çıktık restoran aramaya. Aslında restoran zebil de, biz beğenemiyoruz bir türlü, ya fiyatlar mekana göre çok pahalı, ya mekanlar kıytırık. Birden Kaptanımın aklına dalış ekibiyle gittiği tepedeki mantıcı geldi. Doluştuk bir taksiye, gece manzarası seyrede seyrede vardık mantıcıya. Amaaan çiğ börekle başladık, mantıyla devam ettik, bir de üstüne helva.. Herşey süper.. Diye düşünürken sabaha kadar barınağın karşısından anlamsız bir müzik yayını yapan bar yüzünden gözümüze uyku girmedi. Düzgün bir şey çalsa ninni gibi olacak da nerdeeee...


Sabah kahvaltımızın ardından Karaloz Limanı'na doğru dümen tuttuk. Akdeniz'in en güzel koylarından biri daha karşımızda. Sanki gizlenmiş. Bir, bir buçuk mil içeriye uzanıyor. İçindeyse gulet girse manevra yapamaz hani. Girişte derinlik 100 m.ye yakınken kıyılar 3-4 m.ye kadar düşüyor. Dip pırıl pırıl, yer yer çakıl, yer yer kumluk. Şansımıza tam teknemize uygun bir koycuk bulduk, üstelik girişin tam karşısında. Ooo mangallık mekan hani. Yüzdük, denizde şampuanlandık, beyleri kıyıya yolladık. Bir de baktık saatler "arı zamanı"nı gösteriyor. Her yer vızır vızır arı. Eti çıkardık mı, paketin üstüne üşüştüler mi, kızlar çığlık çığlığa, beyler avaz avaza.. Koyun can, kasap et derdinde tabi, beyler acıkmış, mangal da hazır hadi yollayın etleri diyorlar.. Yaptım bir cengaverlik, kaptım etleri, koydum bota.. Ne haliniz varsa görün.. Etler gitti, kaldı mı kokusu. Mümkün değil kurtulamıyoruz. Bir ara üzerimde 20-25 arı vardı. Alerjim olsa tüm sevenlerim (!) rahatlayacak. Yoldaşlarım kova ve fırça ile havuzluğu yeniden yıkadık. Saat de ilerleyince ufak ufak kayboldu arkadaşlar. Onlar da haklı tabi, su arıyorlar, tuzlu su mide bulandırıyor, ne yapsınlar! Hengamenin ardından muhteşem bir atmosfer yaşadık. Yol-su-elektriğin olmadığı, teknolojinin rafa kalktığı bir gece. Gökte yıldızlar, yanınızda sevdikleriniz, fonda her zamanki gibi Sezen. Ve bir anda daha da muhteşem bir manzaraya ağzımız açık bakakalıyoruz. Tam koyun giriş hizasında denizden ayın doğuşunu seyrediyoruz. Aslında fotoğraf çekme çalışmaları yüzünden seyrettiğimiz pek söylenemez. Her tekneye bir tripod kampayası başlatılmalı!

Huzurlu bir gecenin ardından, sabah denizini takiben arıların korkusuyla düşüyoruz yollara. İlk durak Demre, Noel Baba. Koya demir atıp kaportanızı kilitleyip sizi almaya gelen ilk tekneyle karaya çıkıyorsunuz. Nasıl olduğunu anlamadan kendinizi klimalı bir aracın içinde buluyorsunuz. Pazarlık yapmayı unutmayın sakın! Sonra başlıyorsunuz gezmeye...

"Myra (Demre) her zaman Likya'nın en önemli şehirlerinden birisi olarak bilinir. En erken sikkeler M.Ö. 3.yy tarihlenir. Fakat şehrin en azından M.Ö. 5.yy da kurulduğu tahmin edilmektedir. Roma egemenliği döneminde Myra gelişmiş ve zenginleşmiş şehirliler sivil projelere cömertçe para yardımında bulunmuşlardır. St. Paul Roma'ya gitmek için Andriake Limanından hareket etmeden evvel M.S. 6.yy da şehri ziyaret etmiştir. Bizans döneminde Myra önemli bir idari ve dini merkez olmuştur. Piskoposluk merkezi de olan Myra'da St. Nicholaus IV. yüzyıl başında Piskopos olarak görev yapmış; halka kendini sevdirmiş, inancı uğruna çok acılar çekmiştir. Myra o zamandan sonra hep haç yollu yapılan bir yer olmuştur. Bu bakımdan Demre Hıristiyan Dünyasının her bakımdan ilgisini çekmiştir. Her yıl 6 Aralık'ta Noel Baba etkinliklerini yapmak geleneksel hale gelmiştir. Myra gibi önemli bir şehirden kalabileceği beklenen kalıntıların bir çoğunu bugün Demre'de göremiyoruz. Likya'nın en büyük tiyatrosundan kalanlar bugün ayaktadır ve bu aynı zamanda Likya'nın en iyi korunmuş tiyatrosudur. 29 oturma sırası ve 9-10 bin seyirci kapasiteli tiyatro tepeye yaslanmıştır. Bugün bile bazen festival ve oyunlar için kullanılmaktadır.Myra metropoli muhtelif tip Likya mezarlarının önemli örneklerini ihtiva etmektedir. Tiyatro doğu ve batı metropoli diye ikiye ayrılmış ve Myra'nın arkasında yükselen kayalık, tepede kurulmuştur. Kayalar oyularak mezarlar kabartma ve yazılarla süslenmiştir. Başka önemli bir kalıntı St.Nicholaus kilisesidir. Kilise bugün 7 m. toprak seviyesinin altındadır. St.Nicholaus kemikleri kilise içindeki mermer bir mezarda bulunuyordu. Fakat bazı kemikler İtalyanlar tarafından çalınmış ve Bari'ye kaçırılmıştır. Bir Rus Prensi 1862 yılında Kiliseyi restore ettirmiş. St.Nicholaus Rusya'da çok kutsal sayılmaktadır. Ruslar bir kilise çanı ilave ederek kubbeyi bir ilaç tonozu ile değiştirmişlerdir. Bazı kemikleri bugün Antalya Müzesi'nde teşhir edilmektedir. St.Nicholaus çocukları, gemicilerin ve ağır işlerde çalışan işçilerin koruyucu azizidir. Bilindiği üzere de bütün Dünya çocuklarının Noel Babasıdır."

Bu bilgi paragrafından sonra bakın başımıza neler geldi: 5 kafadar antik kalıntıları dolaşmak üzere araçtan indik. Diğer akıllı iki arkadaşımız ise arabada kaldı. Şoförümüz "siz burada iniyorsunuz, bakın ileride ağaçlık alan var, sizi oradan alacağız" dedi. Biz de anlamış gibi, kafa salladık. Elimizde fotoğraf makinaları, indik arabadan. Sanki sanat yapacağız. Hava 65 derece falan, o kadar sıcak. Tarihi kalıntı ya, bir insan, bir satıcı, büfe birşeyler bekliyorsunuz. Bekleyince de havayı alıyorsunuz. Bizden başka bir tek Allahın kulu yok.










Yürü yürü ne olduğunu bilmediğimiz kalıntılar. Zemin çalı çırpı toprak, yer yer kum. Kan ter içinde kalmışız, suları da bırakmış mıyız arabada! Sinirler gerilmeye başladı. Söylenenler, gülenler, yorulanlar, tam survival. Ağaçlığa doğru ilerledikçe ortam çöle dönüşüyor. Gerçekten. Çöl gibi kum tepelerinde yürümeye başladık. Kaptan avcı ya, "siz gölgede bekleyin, ben aracı bulup sizi almaya geleyim" dedi. Ve kayboldu. Kaldık mı öylece. Sonra bir baktık gözlüklü bir köylü amca bize doğru geliyor. "Merhaba, birşey sorabilir miyiz" diye atladım, adam cevap vermeden yola devam ediyor. Sağır herhalde dedim. Yaklaşınca "Pardooooon" diye bağırdım. Durdu, baştan aşağı süzdü "selamün aleyküm, sor" deyince gülmekle ağlamak arası bir durum oldu. "Yolu kaybettik, bulamıyoruz" minvalinde birşeyler geveledik, sadece işaret etti ve gözden kayboldu. Ve kısa metraj çöl filmimizi çekmeye başladık.

Kaptanın cebinden düşürdüğü kontak anahtarımızı Süleyman'ın takasında bulduktan sonra Demre'den ayrılıp Finike'ye dümen tuttuk. Finike, 90-100 mil kadar uzaklıkta Göcek'e. Likya uygarlığının en önemli limanlarından, tarihsel ve kültürel açıdan bozulmaların en az yaşandığı nadir yerleşim yerlerinden biri. Sıcak ve rutubet oranının çok yüksek olması sebebiyle şehri pek gezdiğimizi söyleyemem. Gördüğümüz kadarıyla ufak, turizme henüz pek açılmamış, yaşamın ucuz, geçimin nispeten kolay olduğu bir yer. Portakal bahçeleriyle meşhur Finike'de Setur Marina'da konakladık. 36º 17' 40" N / 30º 9' 00º E koordinatlarında yer alan 400 civarı yat kapasiteli bu marinanın tamamına yakını yabancılara ait yelkenli tekneler tarafından doldurulmuş. Teknesinde yaşayan çok fazla yabancı var. Aynı pontonda üç Najad'ı karşılıklı görünce ağzım açık kalmadı desem yalan olur. Marina, şehirle fiziki ve sosyal olarak bütünleşmiş diyebilirim. O boyuttaki tekne için oldukça cüzi bir rakam ödedik (80 YTL civarı). Elektrik ve su ücretin içinde.



Ve geldik Kekova'ya... Geyikova Adası olarak anılan Kekova, girintili çıkıntılı sahilin yarım mil kadar açığında karaya paralel olarak 3 mil kadar uzanan bir adadır. Ölüdeniz ve ada, antik Simena yerleşim merkezinin bundan 1900 yıl kadar önce bir depremle çökmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Kıyılarında ıssız koy dantel şeridi gibi uzanır. Antik kentin evlerinden geri kalan duvarları, kıyıdan denizin içine doğru düzgün geometrik şekiller halinde uzanır giderler. II. Dünya Savaşı'nda İngiliz Deniz Kuvvetleri burada gemilerini saklamış, manevra ve lojistik destek almışlar. Bir başka ilginç bilgi ise bofor rüzgar cetvelinin yine burada komutanlık yapan Mr. Beaufort tarafından denizciliğe hediye edilmiş olmasıdır.












İlk olarak Üçağız'a demir atıp yüzme molası verdik. Üçağız, Kekova'yı medeniyete bağlanan, Likya kalıntılarının kuşattığı köydür. Girişinde içeriye geçit veren 3 küçük ada olduğundan "Üçağız" diye adlandırılmış. Kapalı coğrafyası nedeniyle de balçık bir dip yapısına sahip. Rahatlıkla alargada konaklayabilirsiniz.


Birkaç saatin ardından Kaleköy'ü geçip dantel şeridin bir başka muhteşem koyuna doğru yol aldık. Kaleköy'ün 500 metre kadar doğusunda Hamidiye Koyu ve Türk bayrağını görüyoruz. Hamidiye kruvazörü Akdeniz seferi sırasında bu koyda pusu için uzun zaman beklemiş. Bahriyeliler de bu bekleyiş sırasında kayalara bugün hala duran Türk bayrağını çizmişler. Kendimize tek teknelik bir koy bulup demir atıp koltuk aldık. Yaz dönemi olduğundan her yer kalabalık, her koy tekne dolu.. Hep söyleriz kış bir başka güzel.. Sabah erken kalkıp denizimize girdikte sonra kahvaltıya Kaleköy'e dümen tuttuk.




Deniz hayatımda en etkilendiğim yerdir Kaleköy... Yürüyüp geçtiğiniz her bir taşın birkaç bin yıllık öyküleri vardır. Kale, erken Roma döneminde inşa edilmiş, Rodos şövalyelerinden kalma. O meşhur lahit mezarlar ise çok çok eskilerden Likya döneminden, Simena yerleşiminden.. Kaleköy'e gece giriş yapmamakta fayda var, birçok dökük ve hatta lahit mezarlara toslamak içten bile değil. Sıra sıra dizilmiş sardunyalarla bezenmiş restoranlardan birine bağlandık. Meğer İsmail'in yeri zaten yörenin en meşhuruymuş. Ekip oturmayı tercih ederken biz tarihin içinde kaybolmaya köyün içine doğru yürüyoruz. Yemeni satan bir teyze elimizden tutup başlıyor anlatmaya: Bölgeyi ilk keşfedenlerden biri Rahmi Koç'muş. Dokuyu bozmadan yaptırdığı evi ve helikopter pistini Kale'ye çıktığımızda görüyoruz. Bir ilkokul yaptırmış, muhtemelen dünyanın en güzel okulu; muhteşem manzaralı bir tepede, bir tarafta Likya lahitleri ve kalesi, bir tarafta safir denizi ve o tepelerden yürüyerek okula giden öğrenciler... Araştırma için gelmiş Japon antropolog kız 8 yıldır burada yaşıyormuş. Bir Fransız turistse orada tanıştığı bir köylü ile evlenmiş fakat biz oraya gelmeden bir hafta evvel çıkan yangında vefat etmiş. Aileler kız çocuklarına ekilemediği için deniz kıyısındaki arazileri, erkeklere ise iç kısımlardaki tarlaları bırakmışlar. Türkiye'nin en şanslı kız çocukları :-)) Kale'den etrafınıza baktığınızda görmüş olduğunuz yol alan yelkenliler, deniz üzerinde lahit mezarlar, yamaçtan denizin dibine doğru uzanan binlerce yıllık taş merdivenler insanı derin bir huzura kavuşturuyor. Olağanüstü..
















Kaş'a hareket etmeden önce Kekova'nın açık denizle birleştiği küçük bir alan olan Akvaryum'da deniz molası verdik. Ölüdeniz'de her havada dibi en berrak bölgeymiş. Şanslıydık ki sabah erken saat olması sebebiyle henüz günübirlikçilerin istilasına uğramamıştı! Güzelce serinlememizin ardından tam Kekova'ya veda edecekken bir de bakıyoruz ki dalış teknesi. Olamaz! Şnorkelle bile dalmanın yasak olduğu bir bölgede dalıyorlar. Bilinçli denizciler olarak hemen telefona sarılıp Antalya Sahil Güvenlik'i çeviriyoruz. Şunun için 1'i, bunun için 2 'yi derken ihbar için lütfen 4'ü tuşlayına sıra geldi. Çaldı, çaldı ve derin bir sessizlik. Hadi telsizden deneyelim dedik, yine çıt yok. Bir daha telefonu çevirdim aynı anonslar, 4'ü tuşla ve ses yok. Başladık verdik veriştirmeye "kardeşim batsak yardım yok, bu nasıl iş" falan filan kapattık. Derken telefonum geri çaldı "iyi günler burası Antalya Sahil Güvenlik, biz sizi duyuyorduk da siz bizi duyamıyordunuz galiba!". Bu sefer ben de derin bir sessizlik!!! Neyse durumu izah ettik, cep telefonuyla teknenin fotoğrafını çektik. Biraz vakit geçirdik ve 5 dakika sonra geri aranıp teknenin dalış müsaadesi olduğunu, duyarlılığımız için de teşekkür edildiğini öğrenerek yolumuza devam ettik.

Kaş, Kalkan, Kelebekler Vadisi derken vardık kürkçü dükkanına, Sarsala'ya.. Hikaye bitti mi? Bitmedi! Ertesi sabah mazotumuzu alıp marinaya geri dönmemiz gerekiyor. Tonozdayım. Motora yol veriliyor. Allah Allaaaah sanki tekne tornistanda, geri gidiyor. Var bir gariplik. Biraz daha yükleniyorlar, güüüm, iskelenin ayaklarından birini kırıyoruz. O sesle anladık ki bizim vites teli yine kopmuş. Hemen asıldım tonoza. 49 ft. tekne, ben çekiyorum, o da çekiyor, ben çekiyorum o da beni çekiyor!! Neyse hemen motor stop edildi, kapak açıldı, vites elle ileri alındı, yeniden motor çalıştı, hızlı bir şekilde tonoz atıldı, koltular alındı. Geri kalanı hiç yazmıyorum, sonu yaşayanlar bilir...

Güldük, ağladık, sevindik, hüzünlendik.. Koca sıcak bir haftayı hiç görmediğimiz eşsiz koylarda geçirdik..

Vesile olan ekibe teşekkür eder, onları üzdüğümüz kırdığımız için özür dileriz...

19 Aralık 2008 Cuma

6-14 Aralık 2008 Kurban Bayramı

Kıbrıs Niyetine Kaş-Kalkan-Meis-Fethiye Körfezi

5 Aralık Cuma akşamı saat 19 suları iki araba düştük yollara. Bu sefer teçhizat tamam, balıkçı Kaptanımızın oltaları da yanımızda; mevsim şahane, beklenti büyük! Özdilek'teki alışverişin ardından sabah 5 gibi Göcek, Marin Türk'te bağlı bulunan 47 ft. Leap of Faith teknesine kendimizi attık. 3-4 saat uykunun ardından malzeme yerleşimi için herkes kalktı. Son yolcumuzu tekneye bindirip, tüm kontrolleri yaptık ve Doğu'ya doğru "vira bismillah" dedik. Hedef: Kıbrıs. Acaba gidebilecek miyiz, yoksa Kaş-Kalkan-Kekova kıyı kıyı dolaşacak mıyız?

Hava sıcaklığı 22-23 derece, denizde bizden başka tek bir Allahın kulu yok. Öğle saatleri soluganların artmasıyla mürettebattan fireler başladı. Kovayı alan başa zor atıyor kendini. "Kaptanım kıça gelin, mazallah düşersiniz" telkinleri boşa! Dalgalar büyüdükçe büyüyor, 2m. 3m. 4m. 5-6m.'ye varınca Soğuk Su'da mola verip hava durumu alalım, dedik. Havuzlukta güzel güzel otururken birden dalga manzaranızı kesiyor, nooluyor yaa, deyiveriyorsunuz. Teknenin başı o koca dalgalarda suya girmeye, midesi bulananların dengesi bozulmaya başlıyor.

Öğlen 2 gibi Soğuk Su'nun ıssızlığına demir attık. Yazın her daim dolu olan koya, 1 saatlik de olsa sahip olabilmek, doğanın bize sunduklarını başkalarıyla paylaşmamanın keyfi ilk günümüzün bize sunduğu bir hediyeydi sanki. Ekip kendine gelince Kalkan'a doğru demir aldık. Ortalama hızımız 6 knot, muhtemel varış saatimiz 20:30 civarı. Gün batmaya, hava kararmaya ve soğumaya başladı. Can yeleklerimizi giydik, seyir fenerlerimizi yaktık, navigasyon ile gece seyrimize başlamak üzereyiz. Soluganlar azalmış, yüzler gülmeye başlamış...

Tam bu satırları bitirdiğim sırada dışarıdan "Candan koş, Kaptan bir ineğe çarpıyordu" çağrısı geldi. Bizimle seyirde başınıza her şey gelebilir :-))

Acaba o ölü inek bir şeylerin habercisi miydi?

Hava şiddetlendikçe, dalgalar da büyüyordu. Üzerimizdeki can yelekleri, bizi rüzgarın denizden kopardığı serpintilerden bir nebze de olsa koruyordu. Soğuk Su'da ekibin bir bölümüne verdiğimiz bulantı haplarının pek bir etkisi olmadığını farketmemiz uzun sürmedi. "Made in Spain" siyah kova ve ıslak mendil ekibimizin yeni üyeleriydi!!! Sığınabileceğimiz ilk yer olan Kalkan, Soğuk Su'dan yaklaşık 30 mil mesafede.

Patara'ya gelene kadar hafif hafif kafadan aldığımız rüzgar bir anda şiddetini 25'lere çıkardı. Dalgalar zaman zaman kırılarak gelirken, hızımız 3000 devirde ancak 2,5 - 3 knot arasıydı. Bu da varış süremizi iyice uzatıyordu. Kanal 67'yi beklemeden Sahil Güvenlik'ten bilgi almaya karar verdik. Fakat ne Ankara, ne Antalya'dan cevap alabildik. "İhbar yapmak istiyorsanız lütfen 4'ü tuşlayın"dan sonra derin bir sessizlik ve hattın kesiliş sinyali!! Kanal 67 ise havanın sakin olduğunu, fırtına beklenmediğini söylüyordu. Soğuk Su'da internetten aldığımız tahminler de bu doğrultudaydı. Rüzgar güneydoğu, doğu yönünden esiyordu. Tek tesellimiz havanın sıcak olmasıydı. Ay ışığına rağmen dalgaları görmek ve kaçmak çok zordu. Akşam 9 suları Yılan Adası'nı sancağımızda bırakarak Kalkan Limanı'nı pruvamızda gördük. Fakat bu sefer de rüzgar ve dalgayı sancak bordadan almaya başladık. Bir ara chartplotter'da çalışırken maruz kaldığımız dalga ile tüm mutfak dolap kapaklarının açıldığını gördüm. Tam onları kapatayım derken bu sefer de yalpadan navigasyon masasının üzerindekiler yerlere saçıldı. Kendimi mi tutayım, içeriye mi mukayyet olayım bilemedim. Limana yaklaştıkça sağanakların hafifleyeceğini düşünmek hata oldu. Usturmaçalarımızı taktık, halatları hazırladık, fenerden içeri girdik. Giriş o giriş, içerisi uçuruyor! Rüzgar tekneyi bir o yana bir bu yana savuruyor. Tam demir atalım derken, savrulmayla bordalamaya karar veriyoruz; tam bordalayalım derken de demir atmaya... Sahil Güvenlik'in botu var ama görünürde insan yok. Projektörle yardım arıyor, balık tutanlara sesleniyoruz. Ama nafile... En sonunda yan yana kıçtankara yapmış günü birlik teknelerinden çıkanlar, hemen yanlarına yanaşıp, kıyıya bordalayabileceğimizi söylediler. Sağanağın kestiği ilk fırsatta tornistanla yanaşıp halatlarımızı attık, sıkıntısız bir şekilde güzelce bağlandık. Herkes
perişan, deniz tutmuş, mideler boşalmış, üst baş ıslak, tuzdan bembeyaz. Saati on buçuk etmişiz, biraz dinlenip yemek için Kuru'ya telefon açıp, yola çıkıyoruz. Bir taksi tutup 7 kişi ve 1 çocuk doluştuk. Sobayı yakmışlar, üzerinde çayımızı demliyorlar. Ezmeler, zeytinler, salatalar bitiyor, çiğ börekler, mantılar geliyor. Üzerine çayla höşmerim (aslında un helvası) de yiyince rehavet çöküverdi. Bu işte bir terslik vardı! Son 2 saat boyunca hiçbir aksilik olmamıştı!

Restorana gelen telefonla apar topar tekneye geri döndük. Rüzgar lazyjack'in direk üzerindeki iplerinden birini koparmış, yelken boşta kalmış. Yanaşmamıza yardımcı olan kaptanlar palanganın halatıyla yelkeni eğreti de olsa toparlamış, bağlamışlar. Yanlarında Kuru'ya gideceğimizden bahsettiğimizden arayıp haber vermişler. Bumbayı indirip, palanganın halatını çözdük ve iki tarafa taktırdığımız emniyet halatlarıyla yelkeni yeniden bağladık. Fakat o rüzgarda direğe tırmanıp kopan halatı değiştirmemiz mümkün değil. Rüzgar 25'ten aşağı düşmüyor, 32-33'lere kadar çıkıyor. Yatmadan evvel halatlarımızı yeniden kontrol ettik, baştan bir halat daha bağlayıp teknemizi daha güvenli hale getirdik. Tüm bu önlemlere rağmen sabaha kadar saat başı kalkıp etrafı kolaçan ettik.

Sabah saatlerinde rüzgar hala etkisini sürdürüyordu. Beklentimiz yağış olması ve havanın kalması. Yapacak bir şey yok, bekleyeceğiz. Aldık malzemelerimizi çıktık teknenin hemen üzerindeki Jasmine Restorana. Meğer aşçısı bizi Göcek'ten tanırmış. Ünümüz güneye doğru ilerliyor! Öğlen saatlerine kadar yedik, içtik, biraz da navigasyon çalıştık. Sonra biraz yürüyüş yapıp vakit geçirdik, yola devam etmek istemeyen arkadaşımızı yolcu ettik. Saat iki civarı yağmurun çiselemeye başlamasıyla hava da kalmaya başladı. Koşarak yelken tamirine tekneye döndük. Bosun oturağı (tıraka) ile yukarı çıkılacak, kopan parça çıkarılıp yerine yenisi takılacak. Emniyetleri kuşandım, eldivenlerimi giydim, çakım bir cebimde, fotoğraf makinem diğerinde. "Aman halatlara güvenme, çıkarken de inerken de yardımcı ol, bir yerlere tutun" cümleleriyle tırmanışa geçtim. İlk gurcatanın biraz üzerine kadar çektiler. Tamiratı yapıp fotoğrafları çektim, salimen aşağıya indim. İpleri lazybag'e bağladık, yelkeni yeniden açıp düzgün bir şekilde topladık. Artık yeniden yola çıkmaya hazırız. Sabah Bayram namazını takiben Meis'e doğru dümen tutacağız. Neye niyet, neye kısmet. Bakalım yolumuz nereye düşecek, Meis mi başka bir yer mi?














Bu satırları yazarken Jasmine'de rakı-balık ikilisiyle günü bitirmeye çalışıyoruz...




Bayram sabahı teknemizin erkekleri namazlarını kılarken bizler de kahvaltıyı hazırladık. Sucuklu yumurta (Sultan Et)! Her ne kadar giyecek bayramlıklarımız olmasa da lokum kutumuz yanımızdaydı. Sıraya girdik, bayramlaştık, kahvelerimizi içip lokumlarımızı yedik.




Güneşli güzel bir güne başladığımızı düşünüyorduk. Ve yine yanılıyorduk! Saat 11'e doğru Meis'e doğru yelken açtık. Raporlar yine sakindi. 15-16 knot nefis bir rüzgarla geniş apaz yol alıyorduk.





Ta ki önümüzdeki burnu dönene kadar! Ah o burunlar yok mu? Bir anda dalgalar büyümeye, rüzgar şiddetlenmeye başladı. Hava 25-30-35 gidiyor... Önce birinci camadanı vurduk, baktık yetmiyor "hadi ikinciyi de vuralım" derken kıçtan kontrolsüz aldığımız bir dalga ile 360 çizmek zorunda kaldık. Tam toparladık Meis'e dümen kırdık, rüzgarı da apazdan almaya başlamıştık ki, o da ne? Sancak kemeremizde son sürat üzerimize gelen bir gemi! "Hay ben senin....." biraz hafif kaldı. O havada riske etmek gibi bir şansımız maalesef yoktu. Daha önceki tecrübelerimiz "kaçıııııın gemiiii" diye bağırıyordu. Bu sefer de Meis niyetine bahtımızda Kaş varmış, dedik. Hava pupadan 36-37... Belli ki limanın (barınağın) içi de üfürüyor. Hızlı bir şekilde yelkenlerimizi toparlayıp yanaşma hazırlıklarımızı tamamladık. Hazırlıklar esnasında mürettebattan ve usturmaçalardan fire vermemek adına bayağı bir çaba sarf ettik. Salimen limana girmeyi başardık.

Limana girince ayrı bir şok yaşadık. Boş sadece iki yer var, onlar da dalgıç teknelerine ait, belli ki geri dönecekler. İçerisi uçuruyor, mecburuz bir yere girmeye. Yardım eden, yer gösteren bir Allahın kulu yok. İşin kötü yanı limanın tam ortasında boylu boyunca tonoz beton ve zincirleri yatıyor. Demiri taktın mı ya dalacaksın, ya da dalgıç tutacaksın. Hızlı bir operasyonla demirimizi attık, girdik bir teknenin yerine. Ekipten biri atladı karaya, aldı halatları, bağlandık. Sırada gergin bir bekleyiş var. Rüzgar kesecek mi, başka bir yer bulabilecek miyiz, demirimizi tonoza takmadan alabilecek miyiz? Önümüzde birkaç saatimiz olduğunu tahmin ettiğimizden çay bahçesine oturup kekik çayı içerek sakinleyelim, dedik. Fakat içimiz rahat değil. Ekibi oturur bırakıp yer bulmaya çıktık. Mendireğin hemen dibine kurulmuş bangır bangır müzik çalan mini lunaparktan mümkün olduğu kadar uzak kalma niyetindeyiz. Mendireğin girişinde bize uygun, iki yelkenli arasındaki boş yeri görünce tamam, dedik. Saat 3 civarı ekibi tekneye çağırıp yer değiştirme operasyonuna başladık. Rüzgar iskelemizden bindiriyor. Sancak koltuk halatını aldık, dümeni iskeleye kırdık, yol vererek rüzgarı karşıladık. Böylece tekne stabil kalabiliyordu. Sağanağın kesmesiyle de hem iskele koltuk halatımızı boşladık, hem de demirimizi almaya başladık. Tam her şey yolunda diyorduk ki teknelerden birinin tonozu da demirle birlikte gelmez mi? Allah'tan durum vahim değil. İleri geri birkaç manevrayla kurtarmayı başardık. Hemen bulduğumuz yere kıçtankara demirledik. Kıyıda bizi bekleyen arkadaşımıza fazladan bir halat daha verip iskele tarafında duran gulete kafadan bağlandık. Böylece yanımızdaki teknenin de üstüne düşmemiz engellenmiş oldu. Artık rahattık. Bir güzel karnımızı doyurup dolaşmaya çıktık. Yazın o curcunasından sonra Kaş, Bayram'a rağmen sakin, sessiz. Dükkanların çoğu kapalı. Hava git gide soğuyor, ama keyfimiz yerinde. Teknemize döndükten sonra çayımızı demleyip sohbet ediyoruz. Ekip, ruhunu kazanmış, iyice kaynaşmış. Aldığımız raporlar bu sefer havanın şiddetleneceğini söylüyor. Hava yokken böyle ise, şiddetlendiğinde ne olacak acaba diye düşünmeden edemiyoruz. Ekibe soruyoruz "ne yapalım? Yarın ola, hayır ola, sertse Yunuslarla yüzmeye gideriz" kararıyla kamaralarımıza çekiliyoruz.

Sabah sekiz gibi kalkıyor, kahvaltımızı hazırlıyoruz. Hava daha da sert. Mendireğe çıkıp baktığımızda patlayan dalgaların su zerrelerini görüyoruz ışıl ışıl. Karar yine kalmaktan yana. Çaydı-kahveydi derken öğleni etmişiz. Sırt çantalarımızı yüklenip Bucak Denizindeki yunus parkına gidiyoruz. Küçücük bir havuz ve iki yunus. O gülen hayvancıklar sanki hüzünle bakıyorlar bize. Burunları, vücutları bereli. Belli ki kaçıp kurtulmak istiyorlar. İçimiz buruluyor. Balıkla besliyor, bari karınları doysun diyoruz. Seyretmek 5, fotoğraflamak 15, sevmek 30, yüzmek 120 YTL. Ekibimizin en küçük iki üyesi Efe (9) ve Benhür (40) mayolarını giyip Tom ve Mischa ile yüzmek için havuza giriyorlar. Mischa Benhür'den korkuyor, yüzerlerken garibim hiç gözükmüyor, sanki Benhür var sadece :-)) Bizlerse üzerlerimizde 10'ar kat kıyafetlerle onları filme alıyoruz.






Isınmak amacıyla sahilde kurulmuş bir kamp yerinde taze adaçaylarımızı içip biraz daha vakit geçiriyoruz. Günlerden Salı olmuş ve bizler hala yıkanmamışız. İşin kötüsü o soğukta kimse suya girmeye tenezzül etmiyor. Kızlarla "bari kuaföre gidip saçlarımızı yıkatalım" diyoruz. Kaş kazan biz kepçe açık kuaför arıyoruz. Neticede bulduk Kaş'ın en sosyetik kuaförünü, girdik yıkanmaya. Hızımızı alamayıp kestirip fönlettik! Üç kokoş tekneye döndüğümüzde pastırmalı-sucuklu kuru fasulye, pilav ve cacığımız hazırlanmış, masa kurulmuş bekleniyorduk. Yemekten sonra mini lunaparka gidip hep birlikte çarpışan otomobillere bindik. Çocuklar gibi şendik, ama bir eksiklik vardı: Dondurma! Onu da Nur Pastanesi'ne gidip bulduk, biraz yanık biraz çukulatalı... Artık bir sonraki günü planlama kıvamına gelmiştik!

Çarşamba sabahı 9 civarı Meis'e doğru yelken açıyor ve kapıyoruz. O kadar kısa mesafe!

Meis, diğer Yunan adaları gibi çorak, ama rengarenk boyalı iki katlı evleri, kıyı şeridinde restoran ve barları olan bir ada. Limanın sol tarafı daha korunaklı, demir atıp kıçtankara yapılıyor. Hangi restoranın önüne yanaşıyorsanız orada yemek yemeniz gerekiyormuş, yoksa şikayet ediyorlarmış. Gece konaklama yapılacaksa tüm işlemlerin yapılması gerekiyormuş. Şöyle bir baktık, tam karşımızda bir amca el ediyor. Zaten her yer müsait, ondan başka da yardım edecek kimse yok. Demirimizi atıp yanaşıyoruz. Amca Türkçe konuşuyor, pek de şaşırmıyoruz. Soran olmadığı için hiçbir işlem de yaptırmıyoruz. Tüm adayı ve tek müzesini geziyoruz. Tepelerden manzara muhteşem. Karşımızda Kaş, diğer tarafta Kekova yolu, adalar... Görünüşte çok ciddi olmalarına rağmen oldukça misafirperverler. Müzenin girişi kişi başı 8 Euro olmasına rağmen görevli amca toplam 10 Euro alıp Metaxa, su ve kahve ikram ediyor. Neredeyse üzerine para verecek. Müze'de Osmanlı'dan kalma birçok parça bulunuyor. Fakat en ilginci ikinci Dünya Savaşı sırasında çekilmiş bir fotoğraf: Ada çok daha kalabalık ve limanın içinde birçok deniz uçağı görülüyor.









Gezimizin bitimiyle teknemizin bağlı olduğu iskeleye masa koydurup çimçim karidesle patates kızartması yiyip denize giriyoruz.


Hava raporuna bakıyoruz, ertesi gün iyi gözüküyor ama bir sonraki gün hava yine sert olacak. Önümüzde iki seçenek var: ya Kekova'ya devam edip sert havada dönüşe geçeceğiz, ya da akşam Kalkan'da kalıp sakin havada dönüp günlerimizi "bizim köyde" geçireceğiz. Ekipten "kasmayalım, dönelim" kararı çıkıyor.

Meis'ten öğleden sonra 3 suları Kaş'a doğru hareket ediyoruz. Kaş'ta bir gulete bordalanıp alışveriş ekibini bekliyoruz: bir Türk klasiği, mangal-kömür-et! Alışverişi bitirip Kalkan'a doğru dümen tutuyoruz. Soğuk ama güzel bir gece seyri yapıyoruz. Kalkan barınağının sol tarafındaki koya demirimizi atıp çift koltuk alarak mangal hazırlığına giriyoruz. Beyler mangal başında, bizler teknede. Fakat hava o kadar soğuk ki dışarıya çıkan 5 dakika dayanamayıp içeriye zor atıyor kendini. Hafiften hafiften rüzgar da başlıyor. Tam etler geliyor, rüzgar da yön değiştirip şiddetleniyor. Niyetimiz zaten yemekten sonra barınağa bağlanmak. Ama o soğukta, onca eziyetin ardından ağzımıza henüz bir lokma atmışken apar topar çıkış yapmamız gerekiyor. Halatlarımızdan biri kopsa kayalıklara sürüklenmemek imkansız! Botumuzun dıştan takma motoru (outboard) olmadığı için halatlardan birini orada bırakıyoruz. Önce güvenlik! Almaya kalksak ya bot sürüklenecek, ya tekne. Kalkan limanına girdiğimizde yine kimsecikler yok, ama biz tecrübeliyiz. Ekipten birini atıveriyoruz kıyıya, bordalamaya yardımcı olsun diye. İşler bittikten sonra yine Jasmin'e çaya. Çay paralarının acısını çıkartacağız! Şömine önünde ısınıp, biraz sohbet ve yatak, ertesi gün yol uzun ne de olsa.






Patara sahilini ve Yedi Burunlar'ı öğleden önce geçmek niyetindeyiz. 9 civarı yola çıkıyoruz. Önce gidip yan koydan halatımızı topluyoruz. O esnada kahvaltılık sandviçler, çaylar, kahveler hazırlanıyor. Geliş yolu tecrübesi nedeniyle herkes biraz tedirgin. Ama Poseidon bu sefer bizim yanımızda. Kah yelken, kah motor-yelken öğlen 2 suları Kelebekler Vadisi'ne vardık. Etkilenmemek elde değil. O sükunet, denizin rengi, vadinin uzanışı... Demir atıp, tek koltukla kıyıya bağlanıyoruz. Botumuzla sahile çıkıp şelaleye doğru vadi yürüyüşüne başlıyoruz. Kesmiyor, tepelerden teknemizi fotoğraflıyoruz. 4 gibi tekneye dönüp karnımızı doyuruyoruz. Çayımızı da içip gece seyriyle mehtap eşliğinde Darboğaz'a dümen tutuyoruz. Keyfimiz yerinde, şarkılar, türküler söyleyerek yol alıyoruz. Ne de olsa eve dönüyoruz, Göcek'e...

Gece Göbün'de kalıyoruz. Sabah kalktığımızda hava kapalı, yağdı yağacak, rüzgar sıfır. "Hadi" diyoruz, "bayraklı tepeye tırmanalım". "Paradise" kesmiyor artık, daha yukarılar çekiyor bizi. Bir saate yakın bir tırmanıştan sonra bayraklı tepeden muhteşem manzarayı beynimize kazıyoruz, bir sonraki gelişimize kadar izleri silinmesin diye… Aşağı indikten sonra biraz deniz, çay-kahve derken bakıyoruz rüzgarda kıpırdanma var, "haydi yelkene". Hamam önünde sıkı sağanak var. Tramolalar, kavançalar, bitap düşüyoruz. Hafiften yağmur başlayınca rüzgar kesiyor. Bu sefer de gökkuşağı ile ağzımız açık kalıyor. Resmen altından geçmek üzereyiz, o kadar net… Hava kararmaya yakın bir bakıyoruz su depolarımız boşalmış. Rota: Boynuzbükü. Mehtap her yeri aydınlatıyor. Ekip bir başına gidip depoları doldurup Sarsala'ya gidecek. Biz aşağıda, hiç karışmıyoruz. Sarsala'ya vardığımızda balıklar, lahmacunlar, salatalar, patates kızartmaları hazır, ateş yakılmış bekleniyorduk. Yorgun ama keyifli bir günü daha bitiriyorduk.

Son günümüzde kışın tadını çıkarmaya devam ediyoruz. Hava parçalı bulutlu, rüzgar yok. Gün boyu şöminede ateşimiz yanıyor. Denize giriyor, ağlarını tamir eden balıkçıları seyrediyor, yiyip içiyoruz.. Kimsede dönüş havası yok. Ama son gün olduğunun bilincindeyiz. Akşam son kalan nevaleyi de bitirip, üç-beş sohbetin ardından yatıyoruz. Sabah mazotumuzu alıp, tekneyi terk ediyor ve Ankara yollarına düşüyoruz.

Denizde inek, solugan, direkte tamirat, fırtına, güneş, yağmur, yelken, mangal, soğuk-sıcak, çarpışan otomobil, yunuslar, uçan balıklar, gökkuşağı, dolunay…

Bizimle bu seyri paylaşan ekibimize teşekkür ediyor, denizlerde buluşmak üzere diyoruz.